Etiket ütopya

Korsan gemisinde yaşam var!

Avrupa’nın en popüler ve çok kültürlü şehirlerinden biri Berlin’de son zamanlarda dahil olduğum alternatif bir yaşam projesini paylaşmak isterim. Bugün Berlin, duvarın Kasım 89’da yıkılması sonrasında aldığı iç ve dış göçle 100 yıllık tarihi binaların yıkımını dahi engelleyebilen 68 kuşağının yarattıklarını devralıyor yavaş yavaş. Büyük sorumluluk doğrusu. Ancak Berlin’i günümüz göçmenleri için cazibeli yapan da bu sisteme başkaldırabilmişlik zaten. Şehirde pek cok alternatif kafada insana rastlamak, projelerini görmek mümkün, duyduğuma göre de 500 den fazla alternatif yaşam konularında aktif dernek ve kuruluş bulunuyor şehirde- yetişmek ne mümkün!. Kentsel dönüşümün her büyük şehirde hissettirdiği baskının bir kısmı da burada ciddi ciddi can yakmaya başlamışken, buna hemen razı olmayan başka bir hayat mümkün mü acaba? yı sorgulayan zihniyetin çoğalması da pek şaşırtıcı değil, nitekim sevindirici.

En güzel örneği de kendilerini almanca ‘Freibeuter’ türkçe Korsan diye adlandıran, ve Berlin nehrinin bir köşesine kendilerini sabitlemiş bir suda yaşam platformu. Nehrin üzerinde otarşik, yani kendi kendine yeten bir toplu yasam birimi oluşturmayı hedefleyen, şimdilik 7 yetiskin, bir çocuk ve bir köpekten oluşan bu topluluğun yaptıkları şeyler inanılmaz. Öncelikle şunu belirtelim; burası onların tabiriyle, bir araştırma platformu, çünkü burada hiç bir şey annenizin evinde alıştığınız gibi değil, ve her şey sorgulamaya açık. Nasıl mı? Örnek olarak, toplamda 470 metrekarelik kullanim alanına sahip platformda, kadınlar ve erkekler için ayrı kamaralar mevcut; kadınlar ve çocuklar alt katta, erkekler ise üst katta ikamet etmekte. Sebep? Çünkü, kadın ve erkek için ayrı mekansal ihtiyaca gerek var mı? sorgulanıyor, kadınlar çocularla ve kendi aralarında daha fazla alana sahip. Bu aslında mekan sınırlamasından dolayı da doğmuş bir çözüm, ancak aynı zamanda kadın ve erkeğin ihtiyaçlarındaki farklılığı incelemek üzere böyle bir deney yapıyorlar-mış. Yoksa platformda, fazla fazla ortak alan var, mesela, büyük bir banyo, mutfak ve toplanma odası, ‘tempel’ yani tapınak dedikleri bir aktivite odası, büyük bir spor ve dans odası ve en sonda da nehir manzaralı bir teras.

Bunun dısında zemin kattaki teknik odada, nehrin suyunu içme suyuna çevirebilen tam 7 farklı filtre mekanizması bulunuyor. Tuvaletler ise küçük mekansal tasarımlarda son zamanlarda güncel bir çözüm olan „Terra Preta“ denilen sistemle bahce gübresine dönüştürülebiliyor- ki daha sonra bunları, kent bahçeciliginde kullanıyorlar.

Belli aksamlarda Tango kursu, yoga yapılıyor ve her haftasonu birlikte pişirip yedikleri ateş başı rituelinde birlikte yaşam, otarşi, kent bahçeciliği veya başka güncel olan, örneğin para kavramı, kadın-erkek, veya aile gibi konularda teorik tartişmalar düzenleniyorlar.  İsteyen herkesin gelebileceği bu etkinliklerde ayrıca olayı hic bilmeyenler için küçük turlar da düzenleniyor.

Berlin, diger avrupa şehirlerine kıyasla suda yaşam konusunda kendini çok kısıtlamış bir şehir, belli bölgeler dışında yüzen ev inşaası veya oturum izni mevcut değil. Henüz biraz inşaat sahasını andıran Korsan ise, Berlinliler veya Berlin’de yaşayanlar iç

22171856_10155183519178710_703978227_o

Foto: Hatice Dayıoğlu

22172041_10155183520388710_1341218210_o

Foto: Hatice Dayıoğlu

22219411_10155183522408710_798653675_o

Urban Gardening etkinliginden… Foto: Hatice Dayıoğlu

in büyük şans. Hem aliştiğımız yaşama tarzına hem de Spree Nehri’ni kullanmaya yönelik bir alternatif sunduğu kesin. İlerleyen zamanlarda ise, platformda, bir kafe, ve daha pek çok yeni kamara inşa etmek hedefler arasında- ki daha çok kişiye otarşik barınma imkanı sağlanabilsin.

 

Or…?

utopya

Is utopia impersonal, one large universe with peace and rainbows where everyone wants to be a part of ? Or is it so individual that you can only create it with your experience and imagination in time.  Age, culture, wealth, ethnicity, etc. are all factors that change utopias.Children’s and elder’s utopias are both diferent according to their experiences. But eventhough they are different  and individual, they may feed from each other.

Or is it a journey that never ends?

Utopia’nın 500. Yılında

Screenshot_1

Utopia’nın 500. Yılında  Politikayla Arzunun Kesiştiği Yer: ÜTOPYALAR!

Konferans programı için;

Link:http://www.iletisim.hacettepe.edu.tr/sp3/#giris

Haberdar eden Hatice Dayıoğlu’na bol teşekkür!

 

Tasarımla Ütopya

Londra Tasarım Bienali, ilk kez 7-27 Eylül 2016 tarihleri arasında, “Utopia by Design” (Tasarımla Ütopya) teması altında düzenlenecek. Ulusal temsil modelini benimseyen ve kırka yakın ülkenin katılacağı bienaldeki Türkiye sergisinin koordinasyonunu İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) üstleniyor. Türkiye sergisinin detayları 2016 yılının başında açıklanacak. Devamı için: http://iksv.org/tr/arsiv/p/1/1237

utopia-2-600x403

Explaining Utopia, Speakers’ Corner Hyde Park, circa 1950(?),http://theopenutopia.org/look/

Websitesi http://www.londondesignbiennale.com/biennale-theme

İşbirlikçi Tasarım ve Ütopya Kavramı

codesşgn

Geleneksel tasarım yöntemi / çağdaş tasarım yöntemi, Sanders ve Stappers (2008)’den uyarlanmıştır.

“Evrendeki her şey ikiye bölünebilir, bir başka deyişle birliktelik çoğuldur ve minimum iki parçadır. Herhangi bir sistemde her zaman iki kutup olacaktır, bir başka ikilik; içerisi ve dışarısıdır ve bu ikiler çarpılarak ve birbirine eklenir.”
Buckminster Fuller [Url-1]

Geleceğe yönelik ve sürdürülebilir bir yöntem olarak, işbirlikçi tasarım, Fuller’ın da değindiği gibi birlikteliği ifade ettiği için minimum iki kişiden oluşmaktadır. Bir diğer görüş de işbirlikçi tasarımın kolektif yaratıcılığı desteklediği bu sistemde en az iki kişi gerekmektedir diyerek Fuller’ı destekler (Elizabeth, Sanders & Stappers, 2008). İşbirlikçi tasarımın, ütopyacı düşünceyi destekleyen en önemli özelliği, tasarım eğitimi almış ve almamış kişilerin bir arada çalışmasını öneren bir yöntem olmasıdır. Bu nedenle, herkesi tasarımcı olarak görür ve endüstriyel tasarımcıları, mühendisleri, mimarları ve diğer tasarım disiplinlerindekileri, bu sistemin katalizörleri olarak tanımlar (Chapman ve Gant, 2007).

İşbirlikçi tasarım yöntemi tıpkı ütopyacı düşünme gibi, var olanı kritik etme ve başka türlüsünü hayal etme özelliğine sahiptir. Var olanı kritik etmek demek, onun sürdürülebilirliğini sağlamak demektir. Bu durum, başka kişileri de konuşmaya davet ettiği için, hem kolektif bir iş sağlar hem de var olanı evrimleştirir. Tıpkı Duncombe’un (2012) ortaya koyduğu gibi “kritiğin başlattığı diyalog, kritik edilenle, eden arasında başladığı ve sürekli kritiğin kritiğini ettiği için açık ve akıcı bir tartışma ortamı sağlar” (s.13).

İşbirlikçi tasarımın özellikleri ve güncel ütopya kavramı ile benzerlikleri şöyle maddelenebilir;

Deneysel; bu bakımdan güncel ütopyalarla benzeşmektedir. Güncel ütopyalar da çağın tüm deneysel işlerini kapsamaktadır.

Değer (value) üretmeye dayalı; güncel ütopyalar da tasarıma yeni bir değer eklemek amacını taşımaktadırlar.

Çizgisel olmayan tasarım yöntemi; güncel ütopyalar da deneysel üretildiği için, çizgisel tasarım yöntemini reddetmektedirler.

Katılımcı süreç içeren; güncel ütopyalar da üretim aşamasında, kullanıcı katılımını destekler özelliktedirler.

Yukarıdan aşağı ya da aşağıdan yukarı yaklaşımları bir arada gerektiren,

Gerçek hayatın benzerinin üretebilen,

Karışık problemleri ya da sistemleri çözmek için yararlı,

Duruma göre şekillenen,

Çoğulcu üretime açık,

Sistem tarafından içselleştirilebilir olmalıdır (Broadbent, 2003).

Bu özellikleri ile işbirlikçi tasarım, çağın hızını yakalamak ve ütopyalar düşlemek için toplum tarafından, hayatın her alanında benimsenebilecek bir yöntem olarak görülmektedir. Sonuç olarak, işbirlikçi tasarım anlayışı, yeni fikirleri üretme amacına ve bunun sürdürülebilirliğine ulaşmak için, birlikte var oluşu besler, birlikte daha iyiye gitmeyi amaçlar ve yeni faydalar üretir. Bu bağlamda, güncel ütopyaların özellikleri ile aynı özellikleri taşımaktadır.

kaynak_01 

KAYNAKLAR

Url-1 <http://bfi.org/about-bucky/resources/everything-i-know/eik-session-12/eik-session-12-part-7>, alındığı tarih: 02.01.2014.

Sanders, E. B.-N., & Stappers, P.J. (2008). Co-creation and the new landscapes of design. CoDesign, Sayı: 4, s. 5-18.

Chapman, J. & Gant, N. (2007). Editörler, Designers, Visionaries & Other Stories: A Collection of Sustainable Design Essays, Earthscan, London.

Duncombe, S. (2012). Imagining No-Place, The Subversive Mechanics Of Utopia, Eds. Gether, C., Hoholt, S. ve Laurberg, M., Utopia&Contemporary Art, ARKEN Museum of Modern Art, Skovvej, s.13.

Broadbent, J. (2003). Design Education in the Information Age, Journal of Engineering Design, Sayı 4:4, s. 439-446.

güncel ütopyalar

utopyalab_sunum utopyalab_sunum2 utopyalab_sunum3 utopyalab_sunum4 utopyalab_sunum5 utopyalab_sunum6 utopyalab_sunum7 utopyalab_sunum8 utopyalab_sunum9 utopyalab_sunum10 utopyalab_sunum11 utopyalab_sunum12 utopyalab_sunum13 utopyalab_sunum14 utopyalab_sunum15 utopyalab_sunum16 utopyalab_sunum17 utopyalab_sunum18 utopyalab_sunum19 utopyalab_sunum20 utopyalab_sunum21 utopyalab_sunum22 utopyalab_sunum23 utopyalab_sunum24 utopyalab_sunum25 utopyalab_sunum26 utopyalab_sunum27 utopyalab_sunum28 utopyalab_sunum29 utopyalab_sunum30 utopyalab_sunum31 utopyalab_sunum32 utopyalab_sunum33 utopyalab_sunum34 utopyalab_sunum35 utopyalab_sunum36 utopyalab_sunum37 utopyalab_sunum38 utopyalab_sunum39 utopyalab_sunum40 utopyalab_sunum41 utopyalab_sunum42 utopyalab_sunum43

Ütopya yolunda deneysel kazanımlar

Hollanda ve Belçika  örnekleriyle

Ütopyaları realiteye bir başkaldırı olarak yorumlamak mümkün müdür? Aslında paradoks belki de bu noktada başlar: realiteye başkaldırı olarak oluşturulan düşünceler, zaman içerisinde realitenin kendisi haline dönüşebilir. Bu noktada eğer ütopyalar toplumu, gerçekleşebileceğine inanılmayan daha “iyi”, eşit, yaşanabilir ortamlara yaklaştırabiliyor ya da en azından oluşturulan düşünceyle konu sorgulanabiliyor/sorgulatılabiliyorsa belli bir amaca ulaştıklarını söylemek çok da yanlış olmaz.

Kavramsal tartışma ne boyutta, ne kadar karmaşık olursa olsun; mevcut olanı sorgulatan ya da tamamen anlamsız kılan, zamanın anlamlandıramadığı düşünceler hem yaratıcılık becerisini zorlayan hem de cesaret gerektiren eylemlerdir. Bu eylemlerin hem yazılı hem sözlü birçok örneğini görmek mümkündür. Ancak yazının odak noktası olarak belirlenen konu yazılı veya sözlü olarak üretilen bu eylemlerden çok daha güçlü, akılda kalıcı ve çok daha deneyseldir. Üzerinde durmak istediğim konu günlük hayatımızın büyük bir kısmını kaplayan ama çoğu zaman farkında bile olmadan bilinçsizce deneyimleyip üzerine düşünmediğimiz sokaklar ve sokak sanatları üzerine…

08

Delft, merkez istasyon

06

Delft, merkez istasyon

07

Delft, merkez istasyon

1970’lerde New York’da başladığı düşünülen sokak sanatlarının (street art), günümüzde dünyanın birçok yerinde bu kadar yaygınlaşmasının birçok nedeni olduğu düşünmek mümkün. Temelinde başkaldırı güdüsünü de içinde barındırarak, legal veya illegal olarak oluşturulan bu görseller; “şu anda akademi ve akademik çalışmaların da meşrulaştırdığı, eşitsizlik, hakların sömürüsü gibi kavramlara yönelik bir reaksiyon, bir devrim çağrısı, sosyo-politik olaylar karşısında bir bilinçlenme, gelecek için bir umut, kamusal alanların geri kazanımı ya da kentsel mekânın güzelleştirilmesi” [1] gibi amaçlardan biri veya birkaçını taşıyabiliyor. Belirtilen bu birçok anlamlı amacın yanı sıra, bu tür görseller adını bilmediğimiz sokak sanatçılarının kendilerini ortaya koyma biçimlerine göre farklı ifade anlayışlarıyla şekilleniyor. Farklı teknikler, grafittiler, türlü araçlarla (fiziksel araçlar; mevcut ama fonksiyonelliğini kaybetmiş binalar, düşünce veya varlığı anlamında eleştirilen billboardlar… ya da sözlü araçlar; sloganlar, sözler…) şekillenen bu görseller, deneysel bir yöntemle oluşturarak hem mevcut -herhangi bir – şeye eleştirel bakış hem de yapıldığı ortama özgünlük katıyor.

10

Brüksel, şehir merkezindeki ara sokaklardan

09

Rotterdam, merkez istasyon yolundaki ara sokaklardan

05

Delft, şehir geçici mekânlarında dahi renklendirilebilir; şehir merkezini istasyonla bağlayan yaya yollarının yapım çalışması sırasında

04

Delft, yaratıcılığı- dansı, performansı, müziği- anlamak ya da bilinçaltıyla anlatmak adına; tiyatro okulu.

03

Delft, yada sadece Hollanda’yı…

01

Delft, ya da sadece bir sloganla dikkat çekmek…

02

Delft, yabancı bir gözün simgeler olarak gördüğü ifade biçimi

Yanılgı, bakmak değil baktığını görememektir çoğu zaman. Belki de bu nedenle görmeye çalışarak çıktığım yolda karşılaştığım güzellikleri,  – yapılı çevrenin ütopyaları-  diye nitelendirerek sıralıyorum. Görerek, farkındalık bilinciyle keşfetmek, … yaşamak ve deneyimleyebilmek umuduyla.

* mevcut görseller: Deniz Mutlu, ocak 2015

kaynak_01

[1] Michael DeNotto, “Street Art and Grafitti”, Published in april 2014, http://crln.acrl.org/content/75/4/208.full

TAKİP! 

https://www.facebook.com/pages/StreetArt-in-Netherlands/473843152655886

http://www.pinterest.com/ansjejoanna/dutch-street-art/

film_01

Star Wars (1983)

Exit Through The Gift Shop (2010)

ÜTOPYA (& Mimarlık) KONUSU İLE İLGİLİ KİTAPLAR

 

İTÜ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ MİMARİ TASARIM Y.LİSANS PROGRAMI MİMARLIK VE ÜTOPYA DERSİ’ni dinlediğim Prof.Dr. Işıl HACIHASANOĞLU’nun kitap listesi, afiyet olsun!

Yazar
Owen, Robert
Başlık
Yeni toplum görüşü / Robert Owen, çev. M. Doğan Şahiner
Baskı
İstanbul : YKY, 1995.

Yazar
Howard, Ebenezer
Başlık
Les cités-jardins de demain / E. Howard ; essai introductif de L. Mumford ; préface de F. J. Osborn
Baskı
Paris : Dunod, 1969.

Yazar
Howard, Ebenezer
Başlık
Garden cities of to-morrow / by Ebenezer Howard. Edited, with a preface, by F. J. Osborn, With an introductory essay by Lewis Mumford
Baskı
London : Faber and Faber ltd., [1945]

Yazar
Le Corbusier, 1887-1965
Başlık
Towards a new architecture / Le Corbusier [pseud.], tr. from the French by Frederick Etchells
Baskı
New York : Dover, 1986

Yazar
Le Corbusier, 1887-1965
Başlık
La Ville radieuse : Eléments d’une doctrine d’urbanisme pour l’équipement de la civilisation machiniste … / Le Corbusier
Baskı
Paris : Ed. Vincent, Fréal et Cie, 1964

Yazar
Wright, Frank Lloyd, 1867-1959
Başlık
The future of architecture / Frank Lloyd Wright
Baskı
New York : New American Library, 1963
Yazar
Callenbach, Ernest
Başlık
Ecology : a pocket guide / Ernest Callenbach
Baskı
Berkeley : University of California Press, c1998

Yazar
Huxley, Aldous, 1894-1963
Başlık
Ada / Aldous Huxley ; çev. Seniha Akar
Baskı
İstanbul : Yol, 1983

Yazar
Huxley, Aldous, 1894-1963
Başlık
Brave new world / Aldous Huxley
Baskı
New York : Perennial Classics, 1998

Yazar
Huxley, Aldous, 1894-1963
Başlık
Cesur yeni dünya / Aldous Huxley ; çev. Ümit Tosun
Baskı
İstanbul : İthaki, 2000

Yazar
Zamiatin, Evgenii Ivanovich, 1884-1937
Başlık
Biz / Evgenii Ivanovich Zamiatin ; çev. Füsun Tülek
Baskı
İstanbul : Ayrıntı, 1996

Yazar
Plato
Başlık
Devlet / Plato ; çev. Sabahattin Eyuboğlu, M. Ali Cimcoz
Baskı
Ankara : TİŞ, 2001

Yazar
More, Thomas, Sir, Saint, 1478-1535
Başlık
Utopia : Mina Urgan’ın incelemesiyle / Thomas More ; çev. Vedat Günyol, Sabahattin Eyuboğlu, Mina Urgan
Baskı
Ankara : TİŞ, 1999.

Yazar
Bacon, Francis, 1561-1626
Başlık
Yeni Atlantis / Francis Bacon ; çev. Hamit Dereli
Baskı
Ankara : MEB, 1957

Yazar
Campanella, Tommaso, 1568-1639
Başlık
Güneş ülkesi / Tommaso Campanella ; çev. Vedat Günyol, Haydar Kazgan
Baskı
İstanbul : Can, 1996

Yazar
Swift, Jonathan, 1667-1745
Başlık
Gulliver’in seyahatleri / Jonathan Swift ; dznl. Öner Kemal
Baskı
İstanbul : İnkılap, 2000

Yazar
Wells, H. G. (Herbert George), 1866-1946
Başlık
Zaman makinesi / H. G. (Herbert George) Wells ; çev. Hüseyin Bengi Şen
Baskı
İstanbul : Eğitim, [t.y.]

YAZAR
Gilbert, James Burkhart
Başlık
Perfect cities : Chicago’s utopias of 1893 / James Gilbert
Baskı
Chicago : University of Chicago Press, 1991

YAZAR
Tafuri, Manfredo
Başlık
Architecture and utopia design and capitalist development / Manfredo Tafuri ; translated from the Italian by Barbara Luigia La Penta
Baskı
Cambridge, Mass. : MIT Press, c1976

YAZAR
Coleman, Nathaniel
Başlık
Utopias and architecture / Nathaniel Coleman
Baskı
London : Routledge, 2005

YAZAR
Soleri, Paolo
Başlık
Arcology : the city in the image of man / Paolo Soleri
Baskı
Cambridge, Mass.: MIT Press, 1969

YAZAR
Friedman, Yona, 1923-
Başlık
L’architecture mobile : vers une cite conçue par ses habitants / Yona Friedman
Baskı
[Tournai] : Casterman, [1970]

YAZAR
Friedman, Yona, 1923-
Başlık
Toward a scientific architecture / Yona Friedman ; translated by Cynthia Lang
Baskı
Cambridge, Mass. : MIT Press, 1975
Başlık
Archigram / ed. Peter Cook
Baskı
Ne York : Princeton Architectural Press, c1999

YAZAR
Cook, Peter
Başlık
New spirit in architecture / Peter Cook, Rosie Llewellyn-Jones
Baskı
New York : Rizzoli, 1991

YAZAR
Cook, Peter, 1936-
Başlık
Lowe lectures : the paradox of contemporary architecture / Peter Cook
Baskı
Chichester : Wiley, 2001.

YAZAR
Garnier, Tony, 1869-1948
Başlık
Une cité industrielle : étude pour la construction des villes / c[par] Tony Garnier
Baskı
Paris : C. Massin & cie, [1939]

YAZAR
Olmsted, Frederick Law
Başlık
Civilizing American cities : a selection of Frederick Law Olmsted’s writings on city landscapes / Frederick Law Olmsted, ed. S. B. Sutton.
Baskı
Cambridge, Mass., MIT Press [1971]

YAZAR
Ambasz, Emilio
Başlık
Inventions : the reality of the ideal / Emilio Ambasz; essays by Tadao Ando, Fumihiko Sakamoto ; foreword by Ryuichi Sakamoto ; overview by Peter Buchanan
Baskı
New York : Rizzoli International, c1992
Başlık
Tokyo için bir plan. 1960 / Kenzo Tange…(ve diğ.) ; haz. Aligül Ayverdi
Baskı
İstanbul : İTÜ Teknik Okulu, 1965

YAZAR
Kurokawa, Kisho
Başlık
Intercultural architecture : the philosophy of symbiosis / Kisho Kurokawa
Baskı
London : Academy Editions, 1991

YAZAR
Ragon, Michel
Başlık
Les Cités de l’avenir / Michel Ragon
Baskı
Paris : Editions Planète, 1965.

YAZAR
Ragon, Michel
Başlık
Ou vivrons-nous demain? / Michel Ragon
Baskı
Paris : R. Laffont, 1963

YAZAR
Ledoux, Claude Nicolas
Başlık
L’oeuvre et les rêves de Claude-Nicolas Ledoux / Ledoux et son temps par Yvan Christ; Ledoux et notre temps, par Ionel Schein; Notes et légendes par Jacques Ohayon
Baskı
Paris : Chêne, 1971

YAZAR
Le Corbusier, 1887-1965
Başlık
Towards a new architecture / Le Corbusier [pseud.], tr. from the French by Frederick Etchells
Baskı
New York : Dover, 1986

YAZAR
Le Corbusier, 1887-1965
Başlık
La Ville radieuse : Eléments d’une doctrine d’urbanisme pour l’équipement de la civilisation machiniste … / Le Corbusier
Baskı
Paris : Ed. Vincent, Fréal et Cie, 1964

YAZAR

Yeang, Ken

Başlık
Designing with nature : the ecological basis for architectural design / Ken Yeang.
Baskı
New York : McGraw-Hill, c1995.

YAZAR
Yeang, Ken, 1948-
Başlık
Ecodesign : a manual for ecological design / Ken Yeang
Baskı
London, UK : Wiley, 2006

YAZAR
Yeang, Ken, 1948-
Başlık
Reinventing the skyscraper : a vertical theory of urban design / by Ken Yeang
Baskı
Chichester : Wiley-Academy, 2002

YAZAR
Powell, Robert, 1942-
Başlık
Rethinking the skyscraper : the complete architecture of Ken Yeang / Robert Powell
Baskı
London : Thames&Hudson, 1999
Başlık
Utopia : the search for the ideal society in the western world / edited by Roland Schaer, Gregory Claeys, and Lyman Tower Sargent
Baskı
New York : The New York Public Library, 2000
Başlık The philosophy of utopia / e

ütopyaya pedallasak!

Deniz Mutlu güzel vaktini, Hollanda’nın bisikletleri ile ütopyalara sürmüş. Keyifle okuyun 🙂

Küreselleşme, sanayileşme, teknolojik gelişmeler, siyasi akımlar, kavramlar, düşünceler, tartışmalar, bireyselleşmeler, ayrımlar, ayrıcalıklar, neredeyiz nereye gidiyoruz?

Bu dizinde farkında olmaksızın materyalist dünyadan, düşüncelerin oluşumu ve hatta ayrımına giden bir soyutluğa dönüş söz konusu. Düşünce, düşünmek, düşlemek…

“Ütopya nedir? Uygulama imkânı olmaksızın, etkili bir yöntem bulunmaksızın iyinin düşlenmesidir. Bütün felsefe bilimler ütopyalardır, çünkü halkları her zaman vaat ettikleri iyiliklerin ters yönüne sürmüşlerdir.”

Ütopya imkânsız olmasına rağmen iyinin düşlenmesi demekse eğer, bu durumda düşlenen fikirler fikir aşamasında bile olsa farklılaşma, “yeni” ye ulaşma anlamında ciddi adımlar barındırmaz mı? Fikrin varoluşu eylemin temelini oluşturuyorsa eğer ütopyalar için tarihin, şimdinin ve geleceğin- bu şeridin herhangi bir noktasında silinecek, yok olacak bile olsalar- temel taşlarıdır demek çok mu yanlış olur.

Düşünce dizisi ve sorgulamalar peşi sıra ilerlerken ütopyalarla başlayıp, ülke politika ve vizyonuna dönüşmüş olan kavramlara değinmek bilmem ki çok sert bir geçiş mi olur. Günümüz dünyasında, bir yandan fiziksel sömürge anlayışından üstü örtülü sömürü yolları ve tüketim politikalarına giderken bir yandan da tükettiğimiz bu kaynakların nasıl yetebileceği/üretilebileceği/dönüştürülebileceği arayışındayız. Sanırım bu noktada, kaynak ve enerji konusu gündeme geldiğinde ülke bazındaki yönelimleri, doğal potansiyelleri verimli değerlendirme ve yapılacak müdahaleleri buna göre belirleme anlamında düşünmek doğru bir yaklaşım olur.

BİSİKLET

DSC01532

fotoğraf, Deniz Mutlu

 

Bu yaklaşımı benimseyen ve doğru politikalarla uygulamaya koyan ülkelerden biri Hollanda. Öyle bir ülke ki bisiklet “nüfusunun” insan nüfusundan fazla olduğu söylenir 🙂 Ülke, bisiklet kullanımına çok elverişli. Hollandalılar bizim dağlarımız yok demekle pek de haksız sayılmazlar, ülkenin en yüksek tepesi 322 metreyle ülkenin güney-batısında bulunan Vaalserberg tepesi ve ülkenin büyük bir bölümü deniz seviyesinin altında.

Mevcut coğrafi durum değerlendirmesinin, ülkenin ulaşım hatlarını ve politikalarını belirleme de oldukça etkili olduğu şüphesiz. Gelişmiş bisiklet ağları, bisiklet park yerleri ve bu durum ciddiye alınarak düzenlenen şehir planları, kişilere bireysel taşıt önerisine alternatif bir yaklaşım sunuyor. Bisiklet çoğu zaman bir eğlence veya spor amaçlı bir aktiviteden- alıştığımız durumun aksine- kişinin hayatında önemli yer eden bir ulaşım aracına dönüşüyor.

“BİSİKLETİN” YOĞUN OLDUĞU SAATLER

Hem ekonomik hem sağlıklı olan bisiklet kullanımı mevcut fiziksel gereklilikler-ulaşım ağları- de yerine getirilince tercih edilme sebebi oluyor. Bu anlamda ulaşım politikalarının; ülkenin geri dönüşüme, enerjinin üretim/tüketim esaslarına verdiği ilişkiyle bir paralellik taşıdığını söylemek sanırım yanlış olmaz.

Aslında kişilere sunulan tek olanak tabi ki bisiklet değil. Toplu taşıma imkânları da gerek ulaşım noktaları/saatleri, gerekse kullanıcının beklentilerini karşılama anlamında farklı alternatifleri barındıran akıllı bir sisteme oturtulmuş. Her ülkede olduğu gibi Hollanda’da işe gidiş/dönüş saatleri mevcut yoğunluktan daha fazla. Bu durum karşısında oluşturulan çözüm önerilerinden bir tanesi; bu saatler dışında ulaşım yapabilecek insanları alternatif saatlere yönlendirmek amaçlı indirimler/abonmanlar(hızlı tren kullanımında) oluşturmak. Bir diğer deyişle kişi 06.00-09.30 ve 16.00-18.30 dışındaki saatlerde ulaşım sağlayabiliyorsa hem kişi daha ekonomik ulaşım sağlıyor, hem de yoğunluğa ekstra bir yoğunluk katmamış oluyor. Ulaşım politikalarına küçük bir örnek olan bu tutum bu gibi birçok tutumu daha barındırıyor. Sonuç; daha yaşanılabilir, saygılı düzenler ve mekânlar.

Pısırıklar Çağı

Kıvanç Kılınç’ın Birikim Dergisi‘nden ütopya/karşıütopya üzerine sözleri!

(sayı 148 – Ağustos 2001 )

“Aslında, bundan böyle kaderimizi belirleyen gerçek ufku görebiliyoruz: Dört buçuk milyon yılda, dünya boşaltılmalı, çünkü güneş siyah bir yıldız olacak. İşte bugün olduğumuz nokta bu.”[2]

Jean-François Lyotard

Tanrıya ait, ”olmayanı oldurmak” yetisini insanın da bir şekilde edindiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Ama Tanrının çocukları, bu işte çok da “yetkin” değiller. En azından terimin genetikteki kullanımını bir kenara bırakıp da düşün alanına çevirirsek yüzümüzü, orijinal ve kopya tartışmasının daha uzun zaman süreceğini kolaylıkla öngörebiliriz. Bu çok matah bir öngörü de olmaz üstelik; çünkü “taklit” olanla “gerçek” olanın ayırımının bu kadar belirsizleştiği, bilindik anlam kalıplarının bu kadar sarsıldığı, okuma ve anlama edimlerinin ilk elde okuyucunun sırtına bu kadar yıkıldığı başka bir çağı tahayyül etmek, hiç de kolay olmasa gerek. Erasmus’un deyimiyle, “hiçbir yabancı dil bilmezlerse küflü bir kitaptan birkaç eski kelime çıkarıp okuyucunun gözünü kamaştıranların”[3] yeni çağın bilginleri sayıldığı, suratsız, renksiz ama cafcaflı ve abartılı bir dünyanın çocukları olarak bu ayrımı yapmamız, şimdi her zamankinden daha zor.

Diğer yandan sanatta, mimarlıkta veya edebiyatta çeşitli biçimler alarak süren, yeni kavramlarla çoğaltılan, meşrûlaştırılan, karşı tezlerle kovalanan, ama son tahlilde düşün havuzunu asla terk etmeyen bir karşıtlıktan, bir diyalektik ilişkiden, bir bitmeyen tartışmadan söz ederken, aynı zamanda, bu farkı belirsizleştiren “çağımız ruhunu” da ivedilikle ve tekrara düşmek pahasına analiz etmek gerekiyor.

Belki de yeni yanıtlara erişemeyecek olmanın sıkıntısı çullanacak düşlerimizin ve düşüncelerimizin üzerine. Yine de yol almak, henüz çözülmemiş sorular bulmak gerek. Çünkü yeni açımlamalar sunabilmenin ilk koşulu, tünelin ucunda balkıyan, ışığı takip etmek olmuştur hep; ve umarım ki, öyle olmaya da devam edecek.

Bu yazı ütopya kavramını, karşı-ütopya kavramıyla bağlantılı olarak, üstelik günümüz Türkiye’sinin gündeminden cımbızladığı bir örneği de kullanarak irdelemeye çalışacak, modern zamanların haylaz çocuğu ütopyanın yeni zamanlarla birlikte nasıl gözden düştüğüne değinecek. Kimi “bilindik” konulara bulaşmasına istinaden, kaçınılmaz olarak, yazarın kullanmayı pek de sevmediği bazı genel-geçer terimleri uğrak yeri edinmiş bir metnin belirmeye başladığı şimdiden görülebiliyor. Ama unutmanın çağında belki de en çok, daha önceden bildiklerimizi, bellediklerimizi, öğrendiklerimizi tekrar etmek gerekiyor. Anlamlarının derinliklerine daha iyi nüfuz edebildiğimiz ve gizlerine daha fazla erişebildiğimiz tümceleri, yeniden ve yeniden kullanmak; hem de bu türden bir eylemin kolaycılık olarak algılanmayacağını umarak.

Kuşkusuz çoğu bilim-kurgu romanın anlattığının aksine, iki binli yılları karakterize eden şey, başka dünyaların keşfi ya da uzay savaşları olmadı. İnsanın yerini onun ürettiği makineler de almadı henüz. Hâlâ makinelere hükmetmekte insanlar. Büyük bir çoğunluksa kocakarı ilaçlarıyla şifa bulmaya çalışıyor, yatırlara, türbelere, dinsel imgelere sarılıyor. İnsanlar artık, “bilinmezlerden” korkuyor olmanın ötesinde, “daha fazla bilmek istemedikleri için” tinsel dünyaların peşinde dolanıyor. Metafizik değiniler yeniden revaçta; bir inanç, din ya da ruhani birliktelik ihtiyacı, en çok da bahsi geçen teknolojik ilerlemenin yarattığı dejenerasyona tepki olarak yayılıyor, hem de çoğunlukla teknolojinin en büyük üreticisi olan ülkelerin, ya da onların eski sömürgelerinin coğrafyalarında. Aklın egemenliği anayasal bir kurum olarak kendini kabul ettireli çok oldu gerçi, ama yine de günümüzde determinizmin pek popüler olduğu söylenemez. Hattâ, artık, bir nevi “geri kafalılık” bile denebilir onun için.

Ülkemizde de bilimadamı, bir “kötü adam” silueti olarak, insanlığın sonunu getirecek felaketlerin peşinde koşan, söz dinlemez bir ‘deli’ olarak beliriyor hâlâ, “sokaktaki adamın” hafzalasında. Karabasanları süsleyen bu bilinçaltı kötülük objesi (daha çok doktor kılığına girerek), çocukların korkutulmasında polis imgesiyle ya da bohçacı kadınla birlikte en sık kullanılan şey olmakla kalmıyor, teknolojinin mucidi ve hayatımızı kolaylaştıran her yeniliğin müsebbibi olarak, tam da ters kutuptan, diğer büyük dokunulmazların arasına yerleştiriliveriyor. Burada söz konusu edilen şey modernliğin ilk çelişkilerinden birisi aynı zamanda: korkuyor, haz etmiyor, ama onsuz da yapamıyoruz.

Modernlik düşüncesinin kriziyle birlikte, kutsanmış ve saptanmış tek bir hedeften yoksun kalan insanoğlu için ütopyaların da eski anlamını yitirdiğine tanık olmak mümkün. Modern ütopyaların ve ters-ütopyaların yerini “postmodern” karşı-ütopyaların alması, bunun ilk belirtilerinden. Anakronik geriye dönüşler, geçmiş zamanların histerik çığlıklarla abartılarak yüceltilmesinin geçkin bir nihilizme koşut olarak hızla “trend” olmaya başlaması, sarsak modern sonrası zamanlar insanı için en büyük tehlikeyi oluşturuyor. Alain Touraine’in belki de bu tehlikeyi düşünerek sarf ettiği tümceleri dinleyense pek yok. İnsanlar, bir anlamda, “topluluk düzenine geri dönmeyi”, “modernliğin yeni bir tanımını” aramaya tercih ettiler bile.[4]

Diğer yandan, önceden tasarımlanmış bir bütünün parçaları olarak hepimiz, bu düşünsel dağınıklığın hem tüketicisi hem de kaçınılmaz olarak yeniden üreticisi konumundayız. Modern yaşamın en belirgin özelliklerinden birisinin, tüketim deliliğinin ruhumuza ucundan köşesinden sirayet etmesine bir şekilde engel olamıyor ve onun, aslında bizi çevremizde olup bitenlere duyarsızlaştırmak için bir tür uyuşturucu işlevi görmesi -gördürülmesi- gerçeğine yüz çeviriyoruz. En basit anlatımıyla, hâlâ ,önemine inandırıldığımız sözde yüce değerlerin peşinde, kendi ıslığımızda boğulmanın şaşkınlığını yaşıyoruz. Ufuk Uras’ın söylediği şey bu yüzden anlamlı: “çevremizde her şey burjuvazinin yaygınlaştırdığı anonim kültür içerisinde yüzüyor”, ve bu kültürün içine doğmuş olan bizler, soframıza konulan “olabilecek en iyi” dünyanın tadını çıkarmaya çalışıyoruz sadece. Çünkü bu sistemin ürettiği, “verili bilgi ağının ışınları, insanları sahip olduklarından daha fazlasını hak etmediklerine inandırabiliyor”, ve daha da kötüsü insanlar, “gelecek ütopyalarının bile parsellenip parsellenip satıldığı bir dünya pazarının müşterisi olabiliyorlar.”[5]

Ama ne yazık ki, artık ortada tutunacak bir dal falan da yok; ya da yeniden moda olması muhtemel bir “grand theory”. Uçuculuğun kutsandığı bir zaman aralığının göçebe varlıklarıyız: yani, bel bağlanması muhtemel bir “kurtuluş” umudu eskisinden daha zayıf şimdi. Felaket senaryolarına kapılmamak için kim, kaç tane neden sayabilir? Diğer yandan, kimileri için ortam o kadar da buğulu değil. Örneğin, tıkanıklık zamanlarının kireç çözücüsü milliyetçilik bu alanda kendisiyle at başı gidiyor. Sol radikal gruplar, binlerce homojen küçük grupçuk halinde, kendilerinden tam da beklendiği üzere marjinalleşip toplumsal olma, çoğunluğa oynama şanslarını yitirdiler. Oysa Marksizmin sözde yenilgisine paralel olarak çığırtkanlaşan liberal dünyanın erken zafer kutlamaları çok da uzun sürmemişti. Çünkü ortada bu “kerameti kendinden menkûl” zaferi kutlayacak yeteri kadar müreffeh, doygun insan yoktu. O halde yeniden umut olabilmek, tam da bu anda daha mümkün değil miydi?

Aynı ana fikirden yola çıkan, buna paralel binlerce soru daha türetilebilir şüphesiz. Ancak şurası açık ki, siyaset, dünyada ve Türkiye’de, yeni bir şey üretememenin, ürettiklerini toplumsallaştıramamanın sancısını yaşamakta halen. Bu durumun bizim için daha da vahim olduğu kolaylıkla söylenebilir.

Peki, toplumsal muhalefetin bu kadar çok arzu edildiği, ademoğulların alternatif tümcelere bunca ihtiyaç duyduğu -en azından duyması gerektiğinin var sayıldığı- bir zaman aralığında, bu dağınıklık, bu hissizlik, bu vurdumduymazlık neden?

Dağınıklık kelimesi, aslında yukarıdaki sorunun, muhtemelen en “iyi” yanıtlarından bir tanesini de kendi içinde barındırıyor. Çünkü o, tam da içinde yaşadığımız zamanlara yakışan bir sözcük. Postmodern tabir edilen “kavrayışın”, “duruşun” ya da “söyleyişin” zamanı bu. Üzerinde binlerce insanın binlerce şey yazdığı, çizdiği ve tartıştığı bir bilgi alanı oluşturuyor. Yine de, en başta sözcüğün kendi çağrışımları nedeniyle olsa gerek, ne söylenirse söylensin, tartışma asla noktalanmıyor, beklenen, bizi rahata erdirecek o sonuç paragrafı yazılamıyor; bir Mesih, bir kesin vargı, ya da küçücük bir huzur isteyen insanlık, soruları fazlalaştırmaktan başka bir sonuca ulaşamıyor. Bu can sıkıcı durumun yarattığı halet-i ruhiye de, bahsi geçen dağınıklığa karşı ilgisizlik olarak tezahür ediyor.

Diğer yandan bu kestirme savsözün, daha derinlikli bir araştırmayı peşinden sürüklemesi beklenmeli şimdi. Bunun iyi bir yolu örneklerden yola çıkmak, diğeriyse dönemsel değişimlere koşut değişen, farklılaşan ya da içerik değiştiren kavramları izlemek olabilir. Dilerseniz her iki istasyona da uğrayalım, becerimiz yettiğince.

Dolayısıyla öncelikle, karşı-ütopyanın diyarı olarak, çokça tartışılan şu postmodern temayüle, ve onun literatürden silmeyi, ters yüz etmeyi kendine iş edindiği, “sapına kadar modern” ütopya -ve onun içerdiği ters ütopya- kavramına kısaca değinmek gerekli diye düşünüyorum. James McFarlane’nin incelikli yazısında belirttiği şey özellikle başlangıç noktası olarak tartışmaya değer: “Modernizmin ilk duyurularından biriydi bu”, diyor McFarlane,

“insan mizacının, çeşitli kalıplara göre aktarılan doğalcı ayrıntı dökümleriyle ifade edilmesi imkânsız, yakalandığı anda kaçan, bilinmezliklerle dolu, çok yönlü, şaşırtıcı, karmaşık, sadeleştirilemez bir şey olduğu saptaması.”[6]

Aklın egemenliğinin Rönesans’tan bu yana süren eşsiz gelişimi ve değişiminin taçlandığı nokta da işte burasıydı.[7] Özne olarak insanın, özgür ve bağımsız bireyin keşfi, optikten resme, mimarlıktan yontuya ve bilime değin her alanda büyük çatlaklar, sarsıntılar, delikler oluşturdu. Büyük sosyolog Georg Simmel’e göre, tarihsel bağlarından kurtulan ve özgürleşen özne, şimdi de diğerlerinden farklı olduğunu kanıtlama isteği duymaktaydı.[8] Edebiyatta ve sanatta bireyin kutsanması, insanın dünya üzerindeki yerini ve ‘kaderini’ sorgulaması, yeni kent hayatının sonsuz karmaşası ve yorucu hareketliliği, farklı, yepyeni bir çağın kaçınılması güç belirişinin işaretleriydi. Gelenekler tarım toplumuyla birlikte değişime uğruyor, sınırlar belirsizleşiyordu. Marshal Bermann’ın anlatımıyla, modernlik bize hem eğlence, macera, güç ve gelişme vaat ediyor, kendimizi ve toplumu değiştirmenin yollarını öğretiyor, hem de elimizde ne varsa, her neyi biliyorsak ve her ne isek, hepsinin yok olması tehlikesini içinde, kendisiyle beraber taşıyordu.[9] Yeni keşifler için biraz cesaretten, biraz hırstan başka bir şey gerekmiyordu artık. Şüphesiz, dışarıda bırakılacaklar listesine Tanrının inayeti de dahildi.

Bu dönüştürücü itki, kendisini en çok bin dokuz yüzlü yılların başındaki avant-garde sanat ve mimarlık akımlarının heyecanlı tasarım, söylem ve manifestolarında gösterdi diyebiliriz. Marx’ın felsefeye biçtiği “değiştirici” misyon da bu anlamda bir tür ön haber olarak görülebilir. Çünkü öncü sanat ve mimarlık hareketlerinin şiar edindikleri ruh, tam da buydu. Olan biteni anlamaktan öte, onu dönüştürmeye yönelen bir misyon sadece felsefeye biçilen bir rol de değildi üstelik. Yeni yüzyılla birlikte, Fütüristlerden Konstrüktivistlere, Dada hareketi içinde yer alan sarsıcı figürlerden Kübistlere kadar bütün öncü sanat ve mimarlık kuramcıları, tamamıyla yeni bir toplum ve dünya tasarımını dikkatlere sunmaktaydı.Raymond Williams’a göre, farklılıkları ne olursa olsun bütün avant-garde sanat akımları, yaratıcılık, gelenek karşıtlığı ve burjuva düşmanlığı temelinde birleşiyordu.[10]

Bu dönemde burjuva düzeninin karşısında yer almak, siyasî bir duruştan çok, neredeyse bir ahlak sorunu, ahlaklı olmanın bir tür ön koşulu olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin kimilerine göre bir “erken öncü” sayılabilecek ünlü yazar Gustave Flaubert’in henüz bin dokuz yüzlü yıllar devrilmeden önce sarf ettiği sözcükler, çok geçmeden ardılları için de bir slogan haline gelecektir. Flaubert, “erdemin ilk şartı, burjuvalardan nefret etmektir”, diye yazmaktadır.[11]

Kısacası, geçmişle köklü bir kopuş, geleneksel sanatın ilkelerinin ve ön kabullenmelerinin sorgulanması, “kokuşmuş” düzenin, uzantılarının, kurumlarının ve savunucularının reddi, yepyeni, eşit ve kollektif bir dünyanın ve ona dair umut dolu gelecek tasarımlarının biçimlendirilmesine giden yolda atılan adımlardı diyebiliriz.

Peki tüm bu öncü hareketleri doğuran, temellendiren asıl mahreç, köken neydi? Bu soruya yanıt da şöyle verilebilir: ideolojik farklılıkları ne olursa olsun, tüm bu düşünce akımları endüstri devriminden, modernleşme sürecinin oluşturduğu yeni ekonomik, sosyal ve toplumsal dinamiklerden, en temelde ise “Aydınlanma düşüncesinden”, yani aklın, rasyonelliğin ve pozitivizmin akıl dışılığı alt etmesinden doğmuştur.[12]Aydınlanma düşüncesi de sonuçta “epistemolojik” bir değişime, bir keskin farklılaşmaya ilişkindir. Uğur Tanyeli’nin açımladığı gibi, “modern-öncesi” dönemi “modern” dönemden ayıran bu başkalaşım, “normatif epistemolojinin yerine, spekülatif epistemolojinin belirişi” ile açıklanmaktadır.[13] Dinsel dogmaların, düşünsel yasakların belirleyici rolünü kaybetmesi, sanatçının özgür bir birey olarak, kendi belirlediği kurallar içerisinde, ya da (modern) sanatın gerektirdiği sözlük dahilinde üretmesi, yaratması, söylemesi. Bu noktada ütopya kavramının araştırılması için gerekli arka planın da neredeyse oluştuğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla karşı-ütopya temelli postmodern düşüncenin dediklerini tartışmadan önce, ütopya teriminin kendisi üzerinde durmakta, onun anlamı ve çağrışımlarını araştırmakta yarar var.

Ütopya, insanın toplumsal düş üretme yeteneğinin resmidir aslında. Ve onu belirleyen özellikler de, ütopyanın üretilmesinden itibaren bir düş olarak kalmasına neden olmuşlardır. Yine de, mevcut gerçeklikler içinde yenilik arayışı değil de, o gerçeklik düzleminin tümden değiştirilmesi istenci, özellikle geçen yüzyılın başlarında, mimarlıktan sanata ve yazına değin birçok alanda kendisine sayısız taraftar bulabilmiştir. Ütopya imkânsızlığı çağrıştırır, hattâ modern anlamda ters-ütopya kavramını da kendi içerisinde barındırır. Ama bu imkânsızlık, kendi içinde geleceğe ilişkin bir umudu ve özgüveni de taşır. Buysa, içerdiği diyalektik ilişki nedeniyle tamamen modern bir durumdur.

Modernlik, kendi sözlüğünü öncü kuvvetleri sayesinde aşar, tasarım her defasında yeniden başlar, modern formlar yıkılır ve yeniden kurulur, bu arada kimse dönüp de geriye bakmaz.[14] Dolayısıyla bu imkânsızlık hali, kesinlikle umutsuzluğu ya da bıkkınlığı imâ etmez. Tersine, “gerçekçi ol, imkânsızı iste” diyen büyük devrimcinin sözlerindeki tını, daha çok insanın daha fazla düş kurması için yapılmış bir çağrıdır.

Aykut Köksal’ın, ütopya üzerine kaleme aldığı kısa yazısında kullandığı “ada” örneği, umutla imkânsızlığın bu esrarengiz bileşimine dair ipuçları da vermektedir aynı zamanda. Ada tek başınadır. Kişi orada yalnızdır, ama yeni başlangıçlar yapması için önünde hiçbir mânia da yoktur. Açıkçası, bundan daha heyecan verici bir konum bulmak da zordur. Yazar şöyle yazmaktadır:

“Tüm ütopyalar önce fiziksel çevreleriyle var olurlar. Tanımlanmış, sınırlanmış bir fiziksel çevre: Bu yüzden hemen hemen tüm yazınsal ütopyaların coğrafyası ada’yla belirlenmiştir. Bu öneri-çevre neredeyse olanaksızlığın da önceden sunulmasıdır; bireyin keyfi biçimlendirdiği kentin ancak ütopyalar içinde var olabileceğinin de göstergesi. Olanaksız sözle olanaksız edimin buluşması.”[15]

İşte ütopya kavramıyla içli dışlı gelişen avant-garde sanat ve mimarlık akımlarının ve onların gelecekçi diskurlarının, geleneksel ya da basmakalıp sayılabilecek tüm kavram, düşünce ve biçimlere karşı çıkışları da bu yüzden çok doğaldır. Çünkü onların tasarladığı yaşam formları bugüne dair hiçbir kalıntı ya da emare içermemelidir. Diyebiliriz ki, var olanın yıkılması, yenilerinin kurulması için ilk koşuldur. Bu da yıkıcı eleştiriyi gerektirir. Uğur Tanyeli, “Türkiye’de Avangart Niye Yok” başlıklı makalesinde; “Yıkıcı olmayan bir eleştiri avangart bir tutumu temellendiremez” diye yazmaktadır. Çünkü, Tanyeli’ye göre, “Her yani sanat ve tasarım anlayışı kendisinden öncekileri tümden ya da kısmen yadsıyarak varlık kazanır. Meşrûiyetinin tek gerekçesi de odur.”[16]

Ütopya kavramını irdelemek isteyen her okuyucu, kaçınılmaz olarak bilim-kurgu edebiyatına da göz atmak durumunda kalacaktır. Bilim-kurgu külliyatını çok kabaca da olsa inceleme fırsatını bulanlar, bu edebiyatın hem dış dünyalara, hem de iç dünyalara ilişkin söyleyecek birçok sözü olduğunu fark edeceklerdir. Yani, bilim-kurgunun konusu yalnızca başka gezegenler, keşfedilen gezegenlerdeki hayatlar, savaşlar, uzaydaki hızlı yolculuklar veya yeni uygarlıklarla temaslar değil, insanın içindeki o sonsuz, çözülmesi güç, gizlerle dolu dünyadır aynı zamanda. Dolayısıyla çoğu kitapta insanın kim olduğu, kötülüğe mi yoksa iyiliğe mi daha yakın durduğu, keşfettiği yerlere her şeyden önce kendisini, alışkanlıklarını ve cehaletini götürüp götürmediği ile ilgili temel sorular sorulur, insanın kendi cennet ve cehennemi sorgulanır, kurulan fantazyalar eşliğinde gündelik hayattan umutsuz gelecek tasarımlarına değin birçok yer dolaşılır. İnsana ait olan her şey, ister istemez ütopyayı da, ters-ütopyayı da peşinden sürüklemektedir.[17]

Belki de üzerinde düşünce egzersizi yaptığımız konu açısından en çarpıcı örnek, Stanislaw Lem’in Küvette Bulunan Günce’sidir.[18] Yapıt, birçok farklı okumaya açık elbette. Benimse şu aşamada, belki de hızlı bir ilk okuma neticesinde ulaştığım kimi kestirme yargılardan yola çıkmam kaçınılmaz görünüyor. Özetlemek gerekirse kitapta, kendisine verilen “özel görevi” keşfetmek için bir “binaya” giren, fakat kısa zamanda, bu binanın, bina olmanın ötesinde “yaşayan bir organizma” haline geldiği fark eden, yapının dehlizlerinin ve katmanlarının arasında, aradığı yanıtların peşinde, bir kapıdan diğerine giderek düşen bir tempo içerisinde koşuşturan, uzun koridorlarda kaybolan, kafası karışmış ve neredeyse sarhoş bir halde içinde bulunduğu durumu kavramaya çalışan bir ana karakter kurgulanmakta, ve bu karakter, kendisi dışında herkese normal görünen tüm bu anlamsızlık heyulasının girdapları içinde, giderek binayı, kendisini, ve kaçınılmaz olarak çevresinde olup biten her şeyi “sorgulamaya” başlamaktadır. Bu metinde, eğer bina gündelik hayatın kendisi olarak okunabilirse, ana karakterimizin de büyük kent insanını temsil ettiği rahatlıkla söylenebilir.

İşin ilginç yanı, tüm olacakların, cereyan eden tüm vakaların, tersliklerin ve düzlüklerin, daha önceden bir metne (küvette bulunan günce) yazılmış olması, ama bu metnin de bir türlü ele geçirilememesi, okunamamasıdır. Kitaptaki tabiriyle, “yazılı kültürün” çok kısa bir sürede yok olmasına neden olan “Büyük Çöküşün” anlatıldığı bir metindir bu. Olayların akışı esnasında kimi zaman kendini belli belirsiz gösteren, ama kısa süre içinde başka bir kapının ardında kayboluveren bu yazılı belge, bir türlü yetişip de hal hatır soramadığımız “alınyazımız”, “kaderimiz” ya da “makus talihimiz” olmasın sakın?

Şu halde, metnin ilerlemesiyle birlikte, gerçek ve sanal, ya da gerçek ve gerçek olmayan arasındaki ayrım belirsizleşmekte, tüm bilindik anlam kümeleri dağılmakta, ve doğru yolu bulmak da giderek zorlaşmaktadır. Anlam, okuyan her kişi için farklı “anlaşılmakta”, farklı okunmaktadır çünkü. Bu dahiyane metin, bu nedenle, bir ters-ütopya şaheseri olarak da görülebilir. Yine benzer şeklide, sarmal bir hiper-metnin sayfaları arasında kaybolmuş modern insan da, hem nefesi tükenmiş bir halde soluklanmak ihtiyacı duymakta, hem de soluklanmak için vakit bulamamaktadır. Kısacası insan, kendi yarattığı anlamsız örüntüler ağı içerisinde bir seyirci olarak kalmanın ötesine geçememekte, belki de Tanrıcılık oynamanın bedelini, önce karmakarışık bir dünya uydurup, sonra da onun içinde boğularak ödemektedir.

Bu tür edebiyat, insanın kendi “olmaklığını”, ya da içinde yaşadığı toplumu sorgulaması için iyi bir fırsattır. İçinde yaşadığımız dünyayı makyajlayıp, “mümkün olabilecek en iyi dünya” paketi olarak sofraya taşımaz, buna teşebbüs etmez. Oysa karşı-ütopya, gündelik hayatın katmanlarını deşifre edip de, korkunç bir ekonomik sistemin çürük dişlerini ortaya seriverecek bir edebiyatın ya da sanatın savunucusu, bu tür bir anlayışın veçhesi olamaz.

Peki buradan hareketle, postmodern zamanların karşı-ütopyacılığı nasıl bir çerçeve içinde değerlendirilmeli? İlk önce şu açıkça belirtilmeli: ters-ütopya ve karşı-ütopya birbirinden farklı şeyler. Ters-ütopya, ütopyanın bir türü olarak algılanabilir, onun tersten okunması, muhteşem gelecek tasarımlarının yerine daha umutsuz olanların konması ya da geleceğin karanlık yüzünün resmedilmesidir. Ama bunun nedeni de bellidir: yeni umutlar oluşturabilmek. Bu durumda ters-ütopya, ütopya olmayı, onun koşullarını sağlamayı sürdürür. Oysa karşı-ütopya, ütopyanın en baştan reddidir, onun yok sayılması, görmezden gelinmesi, dışlanması, ve hattâ literatürün çeperlerinden, uçurumun aşağılarına doğru itilmesi anlamına gelmektedir. Bu durum, postmodern söylemin, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu” türünden gerici tezlerine ilişkindir, ve kuşkusuz, insanın yüzleşebileceği en umutsuz, en yavan, en çıkışsız, ve en hastalıklı durum da budur.

Modernizmin oluşturduğu “totaliter” dili parçalama iddiasındaki postmodern söylem, sahte bir özgürlük iddiasını da ortaya fırlatıverir. Bu yeni, bu cicili bicili despotizmin maskesi, çoğulluk, özgürlük ve liberalizmdir. Oysa maskeler çok da iyi bir koruma sağlamıyor. Biraz daha dikkatli gözleyen her göz şunu açıkça seçebiliyor: bize her durumda söylenen, rahatsız olma hakkımızın sonuna kadar saklı olduğu. Oysa değiştirme hakkımız yok. Yani rahatsız olunan şeye karşı yöneltilen eleştiri, onu değiştirme noktasında etkisiz kalıyor. Kıymeti kendinden menkûl postmodern zamanların sözde-özgürlüğü de buraya kadar işte: özgürlük sanrısı! Küçülen dünya aslında özgürleşmiyor. Özgürlük çığlıklarıyla ortaya çıkan postmodern söylem sadece var olanların içinden bir seçme hakkı sunuyor. Süsleyerek ve bayağılaştırarak “zenginleştirdiği” motifler insanları cezbediyor. Her biri kendi tarihsel döneminde anlamlı olan tüm tasarım ve stiller birbirleriyle “sentez” edilerek, görkemli bir şatafatla halkın hizmetine sunuluyor.

Kısacası, dorik sütunların dev kırmızı kelebekleri taşıdığı bu “özgür” dünya, bizi aslında modern zamanların totalitarizminden çok daha kötü yerlere sürüklüyor. Bilindik, sıradan, ya da en yalın anlatımıyla “kötü” bir yaşam, kötü bir gelecek tasarımı, istençsiz, şiarsız ve diskursuz insan taklitlerinin, beşinci sınıf kopyaların, soluk benizli ve küt bakışlı androidlerin kalemlerinden dökülen bir karşı-ütopyalar akrostişi, gizli emelleri, korkunç karşı-düşleri ve en boyalı halleriyle yürüyeceğimiz yolların üzerine yerleşiyor. Adem ve Havva’nın ilkin durduğu yerdeyiz yine. Ya bilgi ağacının meyvesini -Matrix’e erişebilmek için mavi hapı yutan Neomisali- yiyecek, ya da Tanrının “günahsız” kulları olarak bize verilen kırmızı hapları yutmaya devam edeceğiz.

Diğer yandan, memleketimiz havası, zaten ütopyayla pek içli dışlı olmadığımızdan olsa gerek, “karşı tezine” tez elden kucak açmakta hiç bir sakınca görmüyor. Böylelikle düş yoksunu bir toplum, kısa zamanda karşı-ütopyaların, erken boşalmaların, yanlış uslamlamaların mekânı haline geliveriyor. Bana tüm bunları yazdıran da başka bir şey değildi aslında: entellektüel bir günlük gazetenin Pazar ekinde, bir sayfanın içerlerine doğru fark ettiğim bir karikatür. Günlerce televizyona, “özgür kız” olarak çıkan, “hazır kart” reklamlarının şarkıcı-oyuncusu, şimdi de “karikatürist” olarak tedirgin ruhumu işgâl etmekteydi besbelli. Belki de sadece bir isim benzerliğidir, bilemiyorum. Bu durumda bile, yazının amacından ayrı düşmüş olmuyoruz. Burada asıl mesele, kızımızın çiziktirdiği karikatürden, ya da rol aldığı reklamdan çok, onun temsil ettiği şeyin irdelenmesinin gerekliliği aslında. Bahsi geçen reklamı, bir karşı-ütopya manzumesi olarak, öncelikle didiklemek gerekiyor. Çünkü kanıksadığımız şeylerin kabuklarını birazcık da olsa kazıyınca, nasıl bir kötü düş görmekte olduğumuz daha sarih olarak ortaya çıkıyor; ve dahası, içine itildiğimiz örnek serüvenci modelinin aslında serüvenin asıl anlamının içinin boşaltılmasından, iğdiş edilip yeniden doldurulmasından başka bir şey olmadığı da kesif bir gerçeklik olarak ansızın beliriveriyor.

Diğer yandan şu da apaçık ortada: ne çizilirse çizilsin, ne söylenirse söylensin, günümüzde bunun için bir arka plan oluşturma zahmetine artık kimse katlanmıyor. Çerçeve ya da (tarihsel) bağlam bizi çok da “enterese” etmiyor. Çünkü “sanat” icra edilir edilmez, ona giydirilecek bir anlam kılıfı da hazırda, giyilmek üzere bekliyor zaten. Daha da kötüsü, memleketimizin pıhtılaşmış “düşün” ortamı, olabilecek her türlü orijinal-taklit ayırımını daha baştan geçersiz kılıyor. İnatçı bir akademisyene rastlama şanssızlığına nail olmamışsak henüz, tüm yollar açık, tüm yelkenler fora; “haydi Türkiye’m ileri!” saadeti içerisinde ilerliyoruz. Sonuçta eleştirinin yolları da tıkalıysa eğer, meydan yalnızca pazarlayanın becerisine kalıyor. Bu halde “popüler olan”, yüklerinden arınmış bir karşı şiirselliği, “derin” kendi anlamlarıyla yüklüymüş havasını da belli belirsiz sezdirerek, hem de etkileyici görüntülerin eşliğinde, ayaklarımızın önüne seriveriyor. Diyor ki bizlere: “Aman ha, görmeden geçmeyin! Ama geçerken görüverdiğinizi de sakın unutmayın!”

Belli ki, tüm bunlar bizi genel çıkarsamalara da götürebilir. Çünkü ne üretilirse üretilsin, sayfanın üzerinde hışıldayan az olmanın, öz olmanın, kendini bulmanın falan işlendiği, zarif ve gümüş tığlarla ilmiklendiği satıhlar oluşturmuyor asla. Ürünlere giydirilmeye çalışılan sahte anlam çağrışımları kendi kendilerini kusuyorlar. Takıştırmalar, kaçınmacılıklar, yapmacıklıklar, işte böylesine bir özgün “tarz” içerisinde tarz-ı endam ediyor. Ne var ki, reklam örneğimizin bu kadar masum olmasına da şükretmek gerek. Çünkü popüler olmanın zorbalığı eşliğinde zuhur ediyorlarsa şayet, bu çağda yapılan her şeydoğru, söylenen her şey gerçek; yani ortalıklarda gezineceği varsayılan bir anlam bütünlüğünü bile aramak düpedüz suç, abesle iştigâl.

Postmodern tabir edilen zamanlarda, kendi iç sayıklanmalarım bile bir tür kavramsal sanat sayılabilir. Her şey aşağı yukarı bir zamanlama sorunu haline indirgenmiş bulunuyor. Hızlı düşünmek, yerinde karar vermek, etkileyici ve iş bitirici olmak, yüzeyde salınan kavram parçacıklarına tutunarak ve en kısa yoldan diğer kıyıya ulaşmak. İşte Doksan Dakikada Nietzsche’nin içindekiler bölümü!

Burada sahte olan şey de işte bu. Kendini gerektiğinde sıkı bir eleştiri gibi pazarlayabilen postmodern söylemin ürettiği sanatın ya da edebiyatın, gerçekte hiçbir sorumluluk almayı kabul etmeden, sözcükler ya da resimler arasında dans edebilmesi. Bize sunduğu karanlık dünyayı tek gerçek dünyaymış gibi kabul etmemizi de ancak böyle başarabilir zaten. Daha fazlası için ısrar edersek de, asıl, ceberrut yüzünü göstermekten sakınacağını düşünmemeli.

Reklamı hatırlayanlar büyük olasılıkla aynı paralelde düşünecekler, çünkü mesaj oldukça açık: “özgür kız” bizleri, tabiri caizse eğer, hiçbir şeyi fazla “takmamaya” çağırıyor. O ince, o naif, o sevimli sözcükler, bu çıtı pıtı şarkıcıyı hoş görmemiz gerektiği düşüncesini, daha ilk elden meşrûlaştırıyor. Anlıyoruz ki birçok şeyi, örneğin dünyanın çizgi çizgi olmadığını yeni keşfeden bu özgüven cimcimesi özgün karakter, dünyevi zevklerden, ancak onların içerisinde huşu içinde debelenirken utanabileceğimizi bize belletmeyi kendine düstur edinmekte. “Özgür” kızımız kendisinin patronu çünkü. O, sınırsız zevklerin, “altımız kuru keyfimiz yerinde” türünden bir macera isteğinin, moda biçimlerin ve sözlerin, yeniyetme keşiflerin, rüzgârla birlikte ilerleyen bir gizil aşk halinin ta kendisi; tekerlek bile gitmeyen yörelerimizin elektromanyetik öncü kuvveti, modern insanın yabanıl doğayla sürdürdüğü canhıraş mücadelenin postmodern şövalyesi!

İmrenerek izlediğimiz bu görüntülerin sakladığı şeyse çok basit: O bir kentli, ve nereye giderse gitsin, aynı konformizmin içinde boğulacağını biliyor. Çünkü aslında tatil yapıyor. Güç toplayacak, eğlenecek, kullanacak, tüketecek ve dönecek. Ve kuşkusuz, yeni hazır kartlara ihtiyacı var. İşte bu reklam filmi, bu karakterin bir karikatür olarak tezahürü; içten içe hayranlık duyduğumuz bu yeniyetme karakter, biraz detone ve azıcık “cool” olsa da, insanın üzerine ansızın ağarıveren bir sağanak aslında. Çünkü tam da bizleri, yeni çağın “hızlı” çocuklarını temsil ediyor. Tüm bu cafcaflı ve gürültülü kent yaşamı, bu zorunlu ultra-modern yaşam cambazlığı, sonunda kendimize asla yabancılaşmayacağımız, gökkuşağı renginde bir dünyayı vaat ediyor bizlere. Ona ulaşmak içinse çalışmak gerek. Daha hızlı, daha hırslı, daha etkin teknikleri keşfetmek; rakiplerimizi düzgün hamlelerle safların en dışına itmek.

Olan biten çok açık değil mi? Durmadan tüketim kültürü, durmadan umutsuzluk, şiirsizlik, ütopyasızlık ve örgütsüzlük pompalanıyor. Oysa şimdi, söylenenlerin aksine, modern zamanların şövalyeleri olmanın, terk edilmemiş son kalelerin burçlarında inatla ayakta durmanın tam sırası: Kılıç kuşanmanın ve gardını almanın! Zaten bu vakitler, “söylenceler” her neyse, sorgusuz ve sualsiz onun karşısında olmak gerekiyor. Yaşamın karton suratlı derebeylerine karşı, tek bir şiirin içinde, hep birlikte durabilmek: işte günümüz ütopyasının hayal edileceği mekân da tam burası: halihazırda her nereyi işgâl ediyorsak, orasını bir ütopya atölyesine çevirmek; sabahtan akşama kadar hiç de bu dünyaya ait olmayan düşlerle kendimizden geçmek. Kuşkusuz, yeni, yepyeni bir yaşam için.

“Teorin akıl almaz”, diyor Arthur C. Clarke, 2001, Bir Uzay Macerası’nda, “ama gerçek olacak kadar akıl almaz değil.”[19]

kaynak_01

metnin alındığı kaynak : http://www.birikimdergisi.com/sayi/148/pisiriklar-cagi

yazar: kivanckilinctr@yahoo.com

[1] Fredrik Pohl’un ünlü bilim-kurgu romanı: Bkz. Fredrik Pohl, Pısırıklar Çağı (The Age of Pussyfoot), çev. Mehmet Morallı, (İstanbul: Metis Yayınları, 1998); İnatçı desteği, sabrı ve değerli okumaları için bir tanecik İrem’e, güvenleri, sevgileri ve tüm emekleri için ailem’e sonsuz teşekkürlerimle…

[2] Jean-François Lyotard, “Postmoderne dönüş”Modernizmin Serüveni, çev. Berran Ersan, (İstanbul: YKY, 1997), s. 20-21.

[3] Erasmus, Deliliğe Övgü, çev. Nusret Hızır, (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2000), 6. baskı, s. 19.

[4] Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, (İstanbul : YKY, 2000), 3. baskı, s. 16.

[5] Ufuk Uras, İdeolojilerin Sonu mu?, (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1997), 4. baskı, s. 16 ve 42.

[6] James McFarlane, “Modernite ve Zihin”, Modernizmin Serüveni, çev. Güzin Özkan, (YKY, 1997), s. 216.

[7] Kapsamlı bir tartışma için kuşkusuz birçok kaynağa ulaşılabilir. Yine de, aklın devlet işlerine ve gündelik hayata egemen oluşunun tarihsel evrimini, Rönesans’tan Kartezyen dünya tasarımına, ve oradan modernliğin güncel eleştirisine değin bir süreçte yalın fakat detaylı olarak inceleyen, Tülin Bumin’in Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza kitabı okuyucuya iç huzuruyla ve öncelikle önerilir. Bkz. Tülin Bumin,Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, (İstanbul: YKY Yayınları, 1996)

[8] Georg Simmel, “The Metropolis and the Mental Life”, Kurt II. Wolff, The Sociology of Georg Simmel, (1950, the Free Press) s. 635.

[9] Marshall Berman, All that is Solid Melts Into Air: The Experience of Modernity, preface and introduction, (New York: Penguin Books, 1988), s. 15. [Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ-Bülent Peker, İletişim Yay.]

[10] Raymond Williams, “The Politics of the Avant-Garde”,The Politics of Modernism Against the New Conformists, (yay. Haz) Pinkney, T. (Londra, N York, Verso, 1990), s. 53.

[11] Gustave Flaubert, “Mektuplar – Gustave Flaubert / George Sand”, Arkadaş Kitaplar; lütfen bkz. Oscar Wilde,Sosyalizm ve İnsan Ruhu, çev. Fatih Özgüven, (Roll: Nefes Yayıncılık, 2000), s. 16.

[12] Kapsamlı tartışma için lütfen bkz. Uğur Tanyeli, “Modernizmin Sınırları ve Mimarlık”, Modernizmin Serüveni, (İstanbul: YKY, 1997), s. 63-71.

[13] A.g.e. s. 65.

[14] Bkz. Özgür Taburoğlu, “Avant-Garde’ın Negatif Estetiği ya da Tepkimenin Tasarımı”, Felsefelogos: Tarih Bilinci, (2000/1, bulut yay. Istanbul), sayı: 9, s. 154-157-158.

[15] Aykut Köksal, “Olanaksız Kentler”, Mimarlık ve Sanatta Dilin Süreksizliği: Zorunlu Çoğulluk, (İstanbul: Att Yayınları, 1994), s. 17-18.

[16] Uğur Tanyeli, Öngörünüm: “Türkiye’de Avant-Garde niye yok?” Arredamento Mimarlık, 2000/02, s.7.

[17] Stanislaw Lem, Arthur C. Clarke, Philip K. Dick, Frederik Pohl, Kurt Vonnegut Jr., Ursula Le Guin, ve oldukça zeki ve eğlenceli Douglas Adams, bu karşılaştırmalı okuma için ilk elde önerilecek yazarlar. Biraz uzun bir yol olsa da, öncelikle insanın kendi geleceği üzerine yazdığı şeyleri okuması, bir zihin derinliği sağlayacak araçlardan en önemlisi kuşkusuz.

[18] Stanislaw Lem, Küvette Bulunan Günce, çev. Çiçek Öztek, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1998).

[19] Artur C. Clarke, 2001 Bir Uzay Macerası, çev. Özlem Atmaca, (Istanbul: Altıkırkbeş Yayın, 1998)

 

aptal olan telefon, akıllı olan sensin!

 

Akıllı olan telefon değil akıllı olan sensin.

Akıllı telefonu, akıllıca kullanacak gene sensin.

O sadece bir araç, işleri kolaylaştırır + depolar + dönüştürür.

Zaman kazandırır, kaybettirmemeli (?) (hadi ama ekranla bakışma, ekşın ekşın 🙂

Diye düşünürken baktım telefonuma, ki kendisi tv ekranı kadar, epey iş çıkar bundan dedim. Ben telefonda oyun oynamayı da sevmiyorum açıkçası, denedim ı ıh. Üstelik akıllı telefonumu alma nedenim kaleminin oluşu! Kalem ekranın üzerinde de kayıyor tabi ama bir defter kağıdının dokusu, hissi bir değil tabi… Bu işin romantik boyutu, konuya gelirsek, aşağıdaki işler güçleri sadece telefonla ortaya çıkardım. Yüzyılın keşfi değil, benim keşfim. Telefon ile kafa açma egzersizimi, telefon ile yapılabilecek pek çok aktiviteden daha kıymetli buluyorum. Ne dersiniz?PicsArt_1408804464052

Sahilde gözüme kestirdiğim şemsiyenin son hali, uçsa pek şahane olurdu. Her şey yere değil de göğe bağlı olsa nasıl olurdu hayalinden hiç vazgeçmedim, o da benim ütopyamın başlangıcı, uzun hikaye…C360_2014-08-31-22-09-17-331

Dünyada paralel olan pek çok şeyin varlığının hissedildiği bir gün! Gökte yıldız, denizaltında yıldız gibi gibi…

PicsArt_1411746209238

Çalıştığım application güncellenince işin içine geçirgenlik de girdi tabi..

PicsArt_1412448991608

Burası neresi diye soranlara Akyaka demem mümkün mü, artık? Gerçeklik değil ki bu, can sıkıntımın ürünü…

PicsArt_1412624409559

Fractal yapı böyle değil, bu iş de sahte.

utopi-01

 

PicsArt_1408901575703

The Fountain filmini defalarca izledikten sonra ortaya çıkan bir sahne de benden geldi. Kafamızda yer ediyorlar. Görsel kütüphanemiz hiç olmadığı kadar geniş değil mi? Etkileşiyoruz, eh bu iyi bir şey.

03Aa pek acayip, çok değişik derseniz buyurun buradan devam edin!

MB, the dreamer

 

distopya mı ütopya mı?

a11

tarlabaşım, fotoğraf Melis Baloğlu

bir soru: distopya mı ütopya mı?

distopya mı ütopya mı?

21 (5)

Balat’tan yer kapmayan kaldı mı?, fotoğraf Melis Baloğlu

bir soru: distopya mı ütopya mı?

distopya mı ütopya mı?

1 (2)

Karşıyaka’dan bir baktım İzmir!, fotoğraf Melis Baloğlu

bir soru: (evet İstanbul’u çok konuştuk) İzmir (?) distopya mı ütopya mı?

distopya mı ütopya mı?

a6

Tarlabaşı’na doğru bak_a_kal, fotoğraf Melis Baloğlu

bir soru: distopya mı ütopya mı?